Halk Haber'den...

Resulullahı(saa) En İyi Kim Tanır? (1) – Lokman Hikmet SEBAT

resulullahi-tanimak-1

Resulullahı(saa) En İyi Kim Tanır? – Lokman Hikmet SEBAT

Yüce Allah’ın Kuran’da “üsvetün hasene” olarak nitelediği ve kendisine olan sevgimizin ispatının Aziz Peygamberine itaatle mümkün olacağını belirttiği Resulullah’ın müslümanlar için önemi tartışılmazdır. Bu sebeple ilk dönemden itibaren Resulullah her anlamda tanınmaya çalışılmıştır. Dünden bugüne birçok Siyer kitabı, siret-şemail eserleri hep bu amaca hizmet etmiştir. Bu eserleri incelediğimizde yazarların Resulullah’dan ve mübarek hayatından anladıklarını eserlerine aksettiklerini görürüz. Aslında bu çaba Resulullah’ı tanıma ölçüsünde mükemmele yaklaşır. Başlıkta da görüldüğü üzere peygamberi en iyi kimin tanıyacağı ve anlatacağı meselesi aslında nesnellikten uzak gibi görünen bir durumdur. Bu yazıyı kaleme alırken bunu da göz önünde bulundurarak bu yazıdaki fikrin şahsıma ait olduğunu belirtmek istiyorum. Bu yazı bendenizin aklına yatan, gönlünü ikna eden cevaptır. İstedim ki okuyucu da bu cevabı değerlendirsin ve farklı bir seçenek sunmuş olunsun.

Ana konumuza geçecek olursak, elimizde mevcut bulunan Siyer kitaplarını ve Resululullah konulu kitapları incelediğimizde karşımıza ya tarihi olduğu gibi anlatan, ya da yazarın bilgisi ve ilgisi çerçevesinde yorumlanan eserlerin çıktığını görürüz. Tarihi bilgileri olduğu gibi aktaran kitaplar yararlıdır. Fakat güne izdüşüm adına noksandır. Yazarın bilgisi ve ilgisi oranınca yorum ağırlıklı eserlere gelirsek eğer, bu konuda hep bir eksiğin olduğuna inanmışımdır. Bu eksiğinde Resulullahtan bahseden yazarların üç vasfının eksikliğinden yada bu vasıfların bir yada ikisini kendilerinde barındırmayışlarından kaynaklandığına inanıyorum. Bu yazımızda Resulullah’ı en iyi tanıyacak kişide bulunması gereken o üç özellikten bahsedeceğiz. İnşaallah ikinci yazımızda anlatacağımız bu vasıfları üstünde toplayan kişi olarak gördüğüm şahsı ve nedenlerini anlatmaya çalışacağım. Şimdi gelin bahsettiğimiz vasıflarımı sıralamaya başlayalım.

Evvela; Resulullah’ın mübarek hayatının Mekke dönemi Medine hayatına nisbetle çok sadedir. Müşrik düzenin baskıcı rejimi altında yaşam sürüldüğü bu dönemde Müslümanların vazifeleri birkaç tanedir. Ama zor vazifeler. Tevhidi alt yapının oluşturulması ve sağlamlaştırılması, tebliğ görevinin ifa edilerek İslam halkasına yeni kalifiye elemanların dahil edilmesi ve bu uğurda başa gelenlere sabredilmesi. Mekke döneminin belli başlı gündem maddeleri bunlardı. Fakat Medine dönemi bambaşka bir mecradır. Hem Resulullah için hem de sahabe için bambaşka. Devlet olmak demek büyük bir iddiayla yola başlamak demektir. Devlet olmak demek insanlığı her anlamda mutlu etmeye aday bir projeye sahibim demektir. Hele hele o dönemde dünyayı avuçlarına alan iki büyük imparatorluğun ve sayısız kabilelerin, inanç gruplarının yanı başında bir devlet kurmak demek hepsine birden ” Sizin devlet modellerinizden daha mükemmel daha adaletli bir devlet modelim var.” demektir. O dönemde bir devlet kurmak demek işte böylesi bir kurtlar sofrasına oturmak demektir. Bu sebeple tüm bunların farkında olan bir siyaset dahisi olmak gerekir ki herkesin yok etmek istediği bu insanlığa numune-i imtisal devlet kurulduğu gibi muhafaza edilebilsin. İşte bu devletin başında akıllarımızın onun zirvelerinin eteğine dahi ulaşamayacağı bir siyaset dahisi olan Resulullah vardı. Siyer okumalarında yaşanan birinci sıkıntı budur işte. Efendimizin siyasetini tam manasıyla kavrayıp anlatamamak. Sorun budur.

Şöyle bir alime ihtiyacımız vardır. Âlim vasfının yanında siyaset bilimine sahip olsun. Kastettiğim teori değil, pratik. Birebir siyasetin içinde olan, aynı mücadeleleri veren bir konumda olsun. Zor değil mi? Ama Resulullah’ı bu anlamda daha iyi kimse anlayamaz. Hayatı boyunca siyaset yapmamış, devlet erkinin tüm kurumlarını elinde tutup işleyişini yürütmemiş, dünya müstekbirleriyle amansız bir mücadeleye girişmemiş birinin Resulullah’ın hayatının en önemli on yılını verdiği devlet ve siyaset adamlığı tarafını tam olarak anlaması ve anlatması zordur zannımca. Yine Peygamberimizin en çok bilinen yönü olan ahlaki erdemlerini de bu devlet liderliği vasfıyla beraber ele aldığımızda durum tamamen değişir. Çünkü bireysel olarak ahlaklı olmak pek sıkıntılı birşey değildir. Ama tek adam olduğunuz bir yerde, gücün tamamen elinizde olduğu bir ortamda aynı şeyi söyleyebilir misiniz? Ben bilemiyorum neden yazar çizerler bu hususu incelememiştir? Aklıma iki şey geliyor. Ya Peygamberin siyaset adamlığı meselesini anlamak bunlara ağır gelmiştir ve işi ahlaki erdemleriyle geçiştirmişlerdir, ya da Peygamberin bu yönünü asli vasıflarından biri olarak görmemişlerdir. Belkide bu yüzdendir bugün bir siyasi meselede “Resulullah olsaydı bu meselede şöyle davranırdı” dediğimizde garip karşılanmamız, anlaşılamamamız. Belkide bugün Efendimizin bu güneş kadar ayan beyan ortada olan devlet adamlığı yönünü, İslam tarihi yorumlayıcılarının ele almayışlarından, yada doğru dürüst anlatmayışlarından ötürüdür mazlum halkların her defasında zalim, münafık yöneticilere doğru diyerek dört elle sarılmaları. Açıkçası bu çok ciddi bir meseledir. Bu sebeple, sağlam bir kulpa tutunmak zaruridir.

Saniyen; bir Komutan düşünün. 53 yaşından 63 yaşına kadar at sırtında. Ordunun daima en önünde gidiyor. En cesur askerler bile savaşın en çetin zamanlarında bu komutanın yanında cesaret topladıklarını itiraf ediyorlar. Bir Komutan düşünün ilerlemiş yaşına rağmen savaşın en yoğun yaşandığı alanlara gözü kara giriyor. Askerine şevk veriyor. Sözleriyle askerlerini coşturdukça coşturuyor. Bir komutan düşünün ki, düşmanı aylarca mesafe uzakta olmasına rağmen adını duyduğunda korkuya teslim oluyor. Savaşlarda uyguladığı stratejiler düşmanı hep ters köşeye yatırıyor. Düşmanı kalbinden vuruyor. Çevreye gönderdiği çok amaçlı seriyyelere verdiği talimatlar kendi askerini bile hayrete düşürüyor. 10 yıl boyunca yapılan tüm savaşlarda hem kendi askerinden, hem de düşman askerinden verilen kayıplar bir kaç yüzü geçmiyor. Bu Komutan çocuklara, kadınlara, sivillere ve esirlere güzel davranışıyla savaşın acımasız yüzünü bile rahmete dönüştürüyor. Baş düşmanı olanların şehrini izlediği eşsiz siyasetle savaş yapmadan fethediyor. On yıl boyunca, her gün ortalama 800 km kare alan, topraklarına katılıyor. Gazveler, savaşlar, seferler, muhasaralar, seriyyeler ardı ardına geliyor. Savaşların çoğundan, daha az askere ve teçhizata sahip olmasına rağmen, ya galip geliyor ya da yenilgisini de bir zafere çevirmesini biliyor. Savaşta olduğu gibi barışta da mahir bu Komutan. Yaptığı tüm ateşkesler, antlaşmalar hep İslam Devletinin lehine dönüyor. Yani savaş ve barış dahisi bir Komutan. İslam Orduları Baş Komutanı Muhammed Mustafa(saa).

Yazımızın başında işe sürdüğümüz mantığı burada yeniden devreye koyacak olursak, göreceğimiz şey şu olacaktır. Aziz Peygamberimizin bu harikulade yönünü savaştan, barıştan, askerlikten anlamayan, savaş cephelerinin yoğun hararetini solumamış, komutan olmayan biri nasıl anlatsın. Şehirleri muhasara altına alınmamış bir komutan, her türlü yoksunluğun dibine vurmamış bir komutan nasıl Hendek savaşının sıkıntılarını anlatabilsin. Savaşın en yoğun yaşandığı bir anda antlaşma yaptığı bir devlet tarafından arkadan hançerlenmeyen bir komutan Hendeğin sıkıntılarını nasıl anlatabilir ki? Zaten sayıca düşman ordusunun kaç katı altında bir sayıya sahipken, savaş yolunda bir bahaneyle ordunun hemen hemen yarısının savaş meydanında kendisini terkettiği ve buna rağmen askerinin moralini yüksek tutmayı becerebilen Uhud savaşının komutanı Resulullah’ı aynı halin fersah fersah uzağında olan biri nasıl anlatsın? Kısacası birebir savaşın dehşetini yaşamamış bir komutan, Komutan Muhammedi nasıl anlasın?

Salisen; “Bir babayı en iyi kim tanır?” diye sorsam ne cevap verirsiniz? Açıkçası ben vefalı bir evlat derdim. Evet bir babayı her zaman onunla olan, gizlisini, saklısını, oturmasını, yürümesini, insanlarla ilişkisini her daim gören ve gözleyen bir evlat en iyi tanır. Hele bir de bu Baba Resulullahsa. İslami kaynaklarımızın şehadetiyle Ehli Beyt’i Resulün Efendimizi en iyi tanıyan kişiler olduğunu çok iyi biliyoruz. Peygamberle aynı zamanı paylaşma saadetine eren Ehli Beyt temsilcileri, yani İmam Ali, Fatımatüz Zehra, İmam Hasan ve İmam Hüseyin(Allah’ın sonsuz salât ve selamı bu mübarek aileye olsun) için peygamberi tanımada zirve kişiler olduğunu zerre şüphe duymadan söyleyebiliriz. Peki aynı şeyi Ehli Beyt’in tarih boyunca gelmiş gerçek temsilcileri için de söyleyebilir miyiz? ” Size iki ağır emanet bırakıyorum. Allah’ın kitabı Kuran ve itretim, Ehli Beytim. Onlar Kevser havzının başına gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmazlar.” buyuran Resulullah’ın bu hadisinde açıkçası bir kayıtlama göremiyoruz. Ki tarih boyunca Ehli Beyt temsilcilerinin her daim Islamın muhafazasında ön cephelerde olduğuna da şahidiz. Bu sebeple günümüz şartlarında dahi olsa, Resulullah’ı en iyi tanıma ve tanıtma noktasında damarlarında Resulullah’ın kanının dolaştığı, Peygamberimize neseben bağlı olmanın verdiği gayretin etkisini hiç yitirmeyen, âlim, siyasi lider ve komutan olan bir şahsın Peygamberi tanıma ve hayatıyla tanıtma noktasında en uygun kişi olduğuna inanıyorum. İnşaallah ikinci yazımızda konuya kaldığımız yerden devam edeceğiz. O zamana kadar Allaha emanet olun.

İlgili Makaleler

2 Yorum

  1. Gerçekten hiç aklıma gelmeyen taraflardan olaya bakmış yazar.
    İşin doğrusu yazının devamını merakla bekliyorum.
    Selametle

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu