Hüseyin Yahya CEVHER

Dosttan gelen zehir, Düşmandan gelen bal… – Hüseyin Yahya CEVHER

dosttan-gelen-zehir-dusmandan-gelen-bal

Dosttan gelen zehir, Düşmandan gelen bal… – Hüseyin Yahya CEVHER

Bir sohbet esnasında bir büyüğümüz, “Dosttan gelen zehir olsa bal olur, düşmandan gelen bal olsa zehir olur.” şeklinde veciz bir söz söylemişti. Adeta bir atasözü hükmünde olan bu şiar yapacağımız bir çok hareketi belirleme noktasında bizim için bir ölçü olmuştur. Bu sözün bir kaynağı, bir söyleyeni var mı diye araştırma yaparken aşağıdaki kıssadan hisse ile karşılaştım, buyrun okuyun:

Günün birinde dönemin padişahı Lokman-ı Hekim’e yaptıklarından dolayı öfkelenmiş ve adamlarını göndermiş yaka paça tutuklayıp huzuruna çıkarmışlar. Padişah, Lokman-ı Hekim’e şöyle demiş: “Ben padişah’ım ama her yerde senin adın dillendiriliyor. Bu böyle olmaz. Kimin güçlü olduğunu sınamamız lazım. Senle şart tutalım. Her birimiz birbirine bir kase bir şey sunsun ve içsin. Kim sağ kalırsa gerçek hekim, gerçek güç odur, diğeri ona biat edecek”

Lokman-ı Hekim padişahın bu şartını kabul edince, Padişah gün belirliyor, “Filan gün gel sana bir kase sıvı sınacağım, içeceksin” diyor. Lokman-ı Hekim gidiyor, tabi padişahın nasıl bir kişilik sahibi olduğunu bildiğinden hazırlık yapıyor, eşine: “Yarın padişahın yanına gidip döndüğümde, hemen beni bu çukura koyacak gırtlağıma kadar toprak altına gömeceksin der” ve gider. Padişah da bu arada hazırlığını yapmış ve ülkenin en öldürücü yılanlarından bir kase dolusu zehir sağıp hazırlamıştır. Lokman-ı Hekim tahmin ettiğinden şaşırmaz, kaseyi soğukkanlılıkla alır içer ve dosdoğru eve koşar. Eşi onu boğazına kadar toprağa gömer. Her gün ona su ve yemek içirir. Zehir bedenini delik deşik eder, yakar, öyleki zehirin hışmından toprak köpürür ama Lokman-ı Hekim’in iradesi ve tedavi yöntemi zehiri yener ve bir süre sonra bu öldürücü süreçten yenilenmiş olarak adeta yeniden doğarak çıkar. Padişahın huzuruna çıktığında Padişah hayretler içinde korkuya kapılır. Çünkü ona içirdiği zehirin sadece bir damlasını denemek için bir adamına içirtmiş ve anında vücudu delik deşik olup ölmüştür. Lokman-ı Hekim bir kase dolusunu içmiş olduğu halde daha sağlıklı dönmüştür. Bu padişahı korkuya boğar ama yine de söz kesmiştir, yoksa itibarı kalmayacaktır, Lokman-ı Hekim’e “Tamam sen şartımı yerine getirdin, şimdi sıra sende, söyle bana ne içireceksin?” der. Lokman-ı Hekim gülümseyerek gayet rahat, “Sayın Padişahım hiç acele etmeyin günü geldiğinde size hayal bile edemeyeceğiniz bir kase dolusu bir sıvı vereceğim” der ve gider.

Padişahı saran korku daha da büyür, bu Lokman-ı Hekim bana nasıl bir zehir hazırlayacak, panzehiri ne olabilir diye düşüne düşüne gözüne uyku girmez, psikolojisi altüst olur, günden güne zayıflar, mum gibi erir. Nihayet günü geldiğinde padişah gerçekten de Lokman-ı Hekim bana nasıl bir zehir içirecek korkusuyla ruhen, bedenen öyle zayıflamıştır ki onun bu halini gören Lokman-ı Hekim: “Padişahım” der, Siz adamlarınızı gönderip beni yaka paça huzura getirip en etkili zehirlerden bir kase dolusu sundunuz, ben ise öyle yapmayacağım, size gayet insani davranacağım, hiç bir düşmanlık, hiçbir kin yok içimde. Size ülkem ormanlarının en hasından en doğalından bir kase dolusu bal getirdim, buyrun yüreğiniz varsa afiyetle için” der.

Padişah duyduklarına inanmakta zorlanır. Aylardır en etkili zehirin ne olabileceğine kafa yorarken Lokman-ı Hekim “aptallık!” yapıp bir kase bal mı getirip sunuyor?

Padişah bal dolu kaseyi alır ve bir dikişte içer. Ne yazık ki kısa bir süre geçmeden yüreği bu kadar tatlıya dayanamaz, çünkü korku dolu bedeni çok zayıf düşmüştür ve düşer ölür. Tanık olan herkes bir daha Lokman-ı Hekim’in gücüne, dürüstlüğüne ve haklılığına biat eder…

Evet; fazla söze bırakmayan bu kıssadan hisseden sonra dostluğun önemi hakkında bir şeyler yazmaya çalışacağım. Dost kelimesinin kısaca anlamına bakarak yazımıza başlayalım. Dost; sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi görüşülen kimse, düşman karşıtı, bir şeye düşkün olan, aşırı ilgi duyan kimse, iyi geçinen, aralarında iyi ilişki bulunan olarak tanımlanmaktadır. Ayetlerde geçen veli kavramı da dost, arkadaş, yardımcı ve gözeten anlamlarına gelmektedir. Dostluk ile ilgili ayetlerden bazılarını kısaca hatırlayarak, inceleyecek olursak;

Kur’an-ı Kerim’de Nisa suresi 45.ayette “Allah sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter. Ve yardımcı olarak da Allah yeter.” uyarısıyla müminlere dost olarak yüce Allah(cc)’ın yeterli geleceği açıklanmaktadır. Ahir zamanın en hercümerc döneminde zorlu imtihan sürecini atlatabilmek için bize yüce Allah(cc)’ı hatırlatan ve hiç bir şekilde herhangi bir menfaati olmayan sağlam dostlara ihtiyacımız vardır. Bu çetin dönemin zorluğundan dolayı ise yazının girişinde de belirtildiği üzere dost olarak bellediğimiz kişilerden gelen zehri bile tereddütsüz içmeliyiz ki bu bizim ihlasımızdan dolayı yüce Allah(cc) tarafından bala çevrilsin, aksi halde yapmanın zor, yıkmanın kolay olduğu günümüz dünyasında hem maddi, hem manevi anlamda başarıya ulaşmamız imkansız hale gelir.

Yine Nisa Suresi 139.ayette “Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” buyrulmaktadır buna göre gerçek dostları yani iman edenleri bulduktan sonra farklı çizgideki veya ideolojideki her türlü dost gibi görünen kişileri dost edinmemeliyiz zira ayette de geçtiği üzere izzet ve şeref iman edenlerin yanındadır, birileri dış görünüşleri veya bizim yanlış algılayışımız nedeniyle bize gerçek dostlarımızı unutturak kendilerini gerçek dostumuz gibi gösterebilir. Oysa bizim tek dostumuz yüce Allah(cc) ve bizi onun yoluna çağıranlardır. Yine Maide Suresi 51.ayet aynı konuya ışık tutmaktadır. (“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.“)

Şeytanın vesveseleri ve ahir zamanın fitnesi nedeniyle kafası karışmış bizlere yüce Allah(cc), Maide Suresi’nin 55-56-57.ayetlerinde gerçek dostlarımızın kim olduğunu ayan beyan açıklamaktadır. “Sizin asıl dostunuz Allah’tır, O’nun Resulüdür ve namazlarını kılan zekatlarını veren ve rükû eden müminlerdir.Kim Allah’ı, O’nun Resulünü ve müminleri dost edinirse, (iyi bilsin ki) Hizbullah olanlar galip geleceklerdir.Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin. Eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, Allah’dan gereğince korkun.

Yüce Allah(cc) kimlerin dostumuz olması gerektiğini açıkladıktan sonra bu çizginin dışında kalanların edeceği feryadı ise Furkan Suresi 25.ayette ““Eyvah!” diyecek, “keşke falancayı dost edinmeseydim.”” şeklinde açıklamaktadır.

Mücadele Suresi’nin 22.ayeti ise “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh(Ruhullah) ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’ın hizbi (Hizbullah)(dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah’ın hizbidir.” izaha gerek olmayacak derecede açık ve önemlidir.

Peki dost neden insana zehir sunsun? veya insana zehir sunan dost mu olur? şeklinde soruların zihinlerde oluştuğunu düşünüyorum. Bu durumun müminlerin gerçek dostluğunu istemeyen şeytan ve dostları tarafından gerçekleştirildiğini söyleyerek bu tarz durumlarda yapmamız gerekenleri bize bildiren ayet ve büyük insanların sözlerine bakalım;

Fussilet Suresi 34.ayette “Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün.” kötülüğün güzel bir şekilde savılmasıyla düşmanların bile dosta dönüşebileceği açıklanmıştır. Ki konumuz dosttan gelen zehir(acı söz, sert eleştiri, uygunsuz davranış, nefsin dürtmesiyle yapılan yanlış hareket) olduğundan bu duruma kesinlikle iyilikle cevap vermemiz bize yüce Allah(cc) tarafından emredilmiştir.

Yine Hz.Mevlana’nın “Seni dostundan ayıran sözü dinleme.” sözü bizlere en büyük düşmanımız olan nefsimizin dostlarımıza karşı vermiş olduğu vesveselere kulak asmamamızı öğütlemektedir. Bunu özlü bir vecize ile formülize eden Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin “Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” sözünü ise her daim zihnimizde canlı tutmalıyız.

Timurtaş Hoca ise bir vaazında müthiş bir heyecanla “Yapmak zor ama yıkmak kolay, hayvanlarda yıkar ama hayvan yapamaz, yapıcı olması gereken insandır.” sözüyle her daim yapıcı olmamız gerektiğini bize kısa ve öz bir şekilde anlatmaktadır.

Bu tarz sıkıntıların baş göstermesinin sebebi sürekli bencilliği, enaniyeti, nankörlüğü emreden nefsimizdir. İnsanın kendi gücüne güvenmesi, kendisini büyük görmesi onu küçültür. Alçak gönüllü olursa ve Allah’ın kuvvetine dayanırsa o büyür ve kuvvet kazanır. Yine “Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez.”” ve “Kibir, hakkı iptal, halkı tahkirdir.”” hadisleri kibir hastalığına karşı bizleri şiddetle uyarmaktadır.

Bu bilgiler ışığında İslama hizmet için çalışanlar çok dikkat etmelidir. Hizmetin selameti, aynı zamanda ihlâsın kazanması ve muhafaza edilmesi tevazu ile mümkündür. Üstad Bediüzzaman Said Nursi bu noktaya da şu şekilde dikkat çekmiştir:

““Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Ta ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o azami ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur.”“

Tüm yazdıklarımızı sadece kendi nefsime sesli bir ihtar olarak yazdığımı bildirir, Cenab-ı Hakkın bizleri, bir buz parçası hükmünde olan benlik ve enaniyetini şahs-ı manevi olan o büyük havuza atıp eritenlerden kılmasını niyaz ederim.
Vesselam.

İlgili Makaleler

3 Yorum

  1. Tüm dostlarımıza gelsin.
    “Fâniyim, fâni olanı istemem.
    Âcizim, âciz olanı istemem.
    Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.
    İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
    Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.
    Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” (Bediüzzaman Said Nursî)

  2. YA RAB, Seviyorum Deyipte Kandırandan, DOST Görünüpte Sırtımdan Vurandan, Yüzüme Gülüpte Ardımdan Kuyumu Kazandan SANA SIĞINIRIM…

    Herkes Kendine Yakışanı Yapar… Sahteler Silinip Gider Hayatımızdan, Vefalı Dostlar ise Yüreğimizin Başkentindedir Her Zaman…

    Bir gün bir adam sordu “Senin çok mu dostun oldu?” diye. “Evet dedim nereden anladın. ” “Sırtından dedi sırtında hepsinin izi var…”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu